15 Ekim 2011 Cumartesi

“MAVİ & BEYAZ” BİR YOLCULUK

Okurken Dinleyin....
 
 
 
     Bernard Shaw derki; 'Siz var olan şeyleri görür şöyle dersiniz; Neden? Ama ben olmayan şeyleri hayal ederim ve derim ki; Neden olmasın?'. Ben hep bu sözle yola çıkarım kendimi bildim bileli. Hep hayal edip onu gerçekleştirmek için hayal kurmuşumdur. Görünmezi görünür kılmak, hayalleri gerçek yapmak o kadar değerli ki… Bu nedenle, eşime ne kadar teşekkür etsem azdır. Hayallerimi gerçek kıldığı için…



        Nereden duymuştum, nasıl okumuştum hatırlayamıyorum ama adının Santorini, şeklinin uzaydan bakıldığında kocaman bir ay parçasına benzetildiği maviliğin içindeki o adanın güzelliğine şahit olmuştum… Dertler, sıkıntılar üst üste geldiği her zamanda bilgisayarımın arama motoruna “Santorini” adını girip fotoğraflarını izlerken bulurdum kendimi… Hayaller kurar, her şeyden uzaklaşır ona yaklaşırdım… İçimdeki ses, dünyanın dört bir yanında farklı hayatlar, farklı insanlar diye seslenirdi bana, dünyanın dört bir yanında aynı hayatlar, aynı insanlar diye devam ederdi… Dünyanın dört bir yanında süre giden bir kaos bir curcuna… O karmaşaların içine saklanmış dingin sade hayatlar, farklı görülen aynılar…
        Bu yolculuk ikimizin de ilk yolculuğu idi… Artık iki kişi idik ama tek bir valizimiz vardı… Ayrı olan sadece fotoğraf makinelerimiz… İnsanlar adına “balayı” diyorlardı, oysa bizim için mavinin dinginliğine, beyazın diyarına bir yolculuktan başkası değildi…
         O sabah Kayseri Havalimanına telaş içinde yetişmiştik. Neyse ki dakikalar içinde her şey akış hızına geri dönmüştü. Bekleme salonunda çantamdan “Zorba” adlı kitabımı çıkarıp okumaya başlamıştım, özellikle seçtiğim bir kitaptı gideceğimiz diyarların içinde geçiyordu çünkü hikâyesi, eşimin elinde fotoğraf makinesi an’ı yakalama peşindeydi. Durdum, “çıkar hadi yüzüğünü” dedim, parmağımdaki yüzüğü de çıkararak kitabımın üzerine koydum; “Çekebilirsin şimdi...” İşte yolculuğumuzun o en başını hapsettik kara kutumuzun içine…
        “Uçağımız İzmir Havalimanına gelmiş bulunmaktadır, şimdi inişe geçiyoruz, arkanıza yaslanın ve ikaz ışıkları sönene dek kemerlerinizi kapalı konumda bulundurun” uyarısıyla eşim uyanmış, ben ise küçücük camdan İzmir’i görebilmenin merakıyla cama yapışmıştım. Artık adım adım ilerliyorduk hayalimize... Hayal, her bir adımda gerçeğe daha da yaklaşıyordu artık…“Mavi” ve “Beyaz” bir yolculuğun başlangıç noktasıydı, İzmir Alsancak Limanı… Mavinin kucağında bembeyaz gemiler salınıyor, küfür küfür esen rüzgâr saçlarımı dağıtıyordu… Ayaklarım yere basıyordu basmasına ya ben bunu hiç hissetmiyordum, bilmiyordum eşim de aynı duyguları mı yaşıyordu benimle? Yoksa çoktan uçuşa mı geçmişti?
         Saat 15.00 sularında gemimiz, “işte demir aldığım limandan kalkıyorum” diye haykırırcasına ardında bembeyaz köpükler bırakarak hissettirmeden bırakıverdi kendini sulara… Onunla ben de her şeyimi ama her şeyimi bırakıverdim sulara… Elimde onun sıcaklığından başka hiçbir şey yoktu… Hayal, bizim gerçeğimizdi artık…
         Küçük pencereli odamıza yerleştik… Ve kapısına hemen kilit vurarak kendimizi güverteye attık… Nerede ne vardı, hangi balkonu diğerinden güzeldi… Bunları düşünüyordum ya, kapısını açıp da yüzüme çarpan o rüzgârdan sonra o kokudan sonra; yaşamaya başladım…
         Rotamız Yunanistan’ın kalbine, Atina’ya idi… O gece sabaha kadar gemimiz yol alacak, gece kendini gündüzün kollarına bıraktığı bir anda Atina Limanı’na demir atacaktı…
         Yarab!, diye geçirdim içimden gündüzü ayrı güzel gecesi ayrı bu beyaz geminin…Bir ben vardım şimdi, bir gökyüzü,bir de deniz... Elimde hep aynı sıcaklık… Güneş nasıl batıyor Yarab! Sanki içimde sakladığım bastırdığım ne kadar ses varsa, söz varsa söylenmemiş, deniz duymamı sağlıyor, rüzgâr ona çanak tutuyordu… Gündüz geceye dönüyordu… Gecenin içinde, denizin ortasında, rüzgârın diyarında, sevdiğim adamla bir beyaz geminin güvertesindeydim şimdi… Bunun tarifi yok, fotoğrafı da… Ama iliğinize kadar sizi saran ve varlığını hissettiren bir yanı var… Yaşamadan bilinemeyen... Yıldızların, denizin, gecenin, ayın, rüzgârın, benim ve onun şahit olduğu…
         Küçük şeylerden mutlu olan bir yapım vardır, yolculuğumuzun o ilk gecesinde denizin ortasında, karanlığın içinde, gemimizin ışıklarının yanışıyla çocuklar gibi mutlu olmuştum. Unutamadığım anlardan biri idi. Bir tel üzerinde sayamayacağınız kadar çok küçücük armut lambalar asılıyordu ve en sevdiğim sarı ışıktan saçıyorlardı güvertemize.O an Eyüboğlu’nun kulaklarını çınlattık biz ikimiz;
 “Penceremin önünde deliklerden ışık boşanan
   Kocaman bir gemi durdu
   Yarab! Benim de içimde bu kadar ışık yansa
   Dünyalar benim olurdu.
   Senin en karanlık göklerinde salkım salkım yıldızların var
   Benim içimde insan ayağı değmemiş karanlıklar”

         Sabahın ilk ışıkları… Penceremden bakıyorum. Mavi beyaz çizgili bir bayrak, sayısız beyaz gemi… Atina Limanı’ndayız. Karınca misali insanlar boşalıyordu gemilerden, beyaz şapkaları, siyah gözlükleri olan… Her birini kendime benzettim, ne çok insan vardı hayal kuran… Yoksa ne işleri olurdu dillerine yabancı, yüzlerine yabancı kaç deniz mili uzaktaki sahillerde?

        Hazırlandık, Atina sokakları bizi bekliyordu… Her defasında kontrol ettiğimiz fotoğraf makinelerimiz, kartlarımız ve şarjımız, yine her zamanki titizlikle gözden geçirildi. Atina! Haberlerde tanık olduğumuz görüntülerden hiç de uzak değildi artık… Konvoy halinde grev yapan taksiciler, korna sesleri ile tam da gündemin nabzını tutan gazeteciler gibi objektiflerimizi onlara doğrulttuk… İlk Foto muhabirlik deneyimimi böylece Atina’da yaşamış olmuştum :) Bu kaosu ardımızda bırakarak, Atina’nın kalbine yürüyorduk… Yüzler yabancı değildi, bakışlar yorgun, işinden evine dönenler, çantanıza dikkat edin diye samimi uyarıda bulunanlar, bildiği kadar İngilizcisiyle yol tarif etmeye çalışanlar, selam verenler… Atina’da bulunduğumuz kısıtlı zamanımızda Akropolis’e doğru dar Arnavut kaldırımlardan, taş evlerin aralarından, duvar resimleriyle dopdolu sokaklardan geçtik… Her bir resme hayran oldum, söylemeliyim, Anadolu’nun güzelliğini hiçbir diyar ile kıyaslamadım ama kıskandım sokaklarını ne yalan söyleyeyim… Dönüş yolumuzda, balıkhanelerine karakutumuzu çevirdik, her bir yanı hediyelik eşyalarla dolu meydanlarına, güvercinlerine, bir köşede içkisini yudumlayan Dimitris’e…
        Gemimiz rüzgârı arkasına almış, yönünü bu defa Mykonos’a çevirmişti… Gökyüzü kızıllaşıyor, biz Mykonos’a yaklaşıyorduk… Yaklaştıkça şahit olduğum o legoyu anımsatan beyaz evler, gençliklerinde rüzgârla yarışan şimdilerde kendilerini inzivaya çekmiş yel değirmenleri... Lacivert bir deniz… Ve dalga sesleri… Denizin kıyısı boyunca yürüyoruz, beyaz kutucuk evleri mavinin hemen yanı başında…
        Gün kızıllığından kaybededursun biz maviyi sağımıza beyazı solumuza alıp ilerliyoruz Mykonos sahillerinde… Bu yaşıma kadar gördüğüm en güzel mekânları görüyorum, nasıl anlatılır bilemeden… Hayal edin sadece, her şey ahşap, küçük kare masalar, ahşap sandalyeler, her biri uçuk bir maviye boyalı ama… Sandalyelerin üzerinde turuncu masa örtüleri, üzerinizde sizi aydınlatan sayısız armut lambalar, sağınızda hep deniz var, arkanızda emektar bir kırmızı kayıkçık, sahile vurmuşçasına ama denize hep âşık... Öyle sessiz… Kayıkçığın gövdesinde asılı onca ahtapot kolları… Artık hayal miydi yaşadığım gerçek mi karıştırıyordum… Gözlerim görüyor, kulaklarım tüm o sesleri işitiyordu da, aklım bir türlü almıyordu… Güzellik başımı mı döndürmüştü ne? Ada için çok söylentiler vardı. Kıyaslayanlar… Mykonos mu, Santorini mi? diye… Ne derlerse desinler, herkes kendi alacağını alır uğradığı diyarlardan, herkes göreceğini görür... Küçücük sokak aralarında, deniz kıyılarında öyle yerler yaratmışlar ki, öyle mağazalar… Hayran hayran izlemekten başka bir şey gelmiyor elinizden… Bir sokak bir diğerine benzemiyor, yan yana hiç aynı dükkân yok… Ve o küçücük adalarda hiçbir çöp kovası olmamasına rağmen her yer pırıl pırıl… Hem de bunu geceleyin seçebilecek kadar… O kadar çok dolaştık ki, girebildiğimiz tüm sokaklarına, tüm kıyılarına kuytularına, tepedeki yel değirmenlerine, oradan görülen adına  “Küçük Venedik” denilen evlerine… Her yere ama her yere… Aklımızda kalırsa içimiz rahat etmeyecekti ne benim ne sevgili eşimin…
           Şimdi ise güzel bir yemeği hak etmiştik… O birbirinden güzel mekânlardan birine girdik… Artık hayalimden şöyle keyifli keyifli tatmanın zamanı gelmişti… Ayaklarımızın altında deniz vardı, masalarımız, sandalyelerimiz beyaza boyalı ahşap, üzerinde kavanozlar içinde yanan mumlar… Kulağınıza gelen Yunan ezgileri… Kömürde pişmiş kalamar, bol yeşilli Akdeniz salatası, bize hiç de yabancı olmayan adına “cacıki” denilen mezemiz ve rakının kardeşi Uzo… Ve sağlığınıza, böyle güzel günlere diye başlayan, sonu kahkahalara varan sesler… O gecenin sonunda bir geminin kucağında denizin ortasında, yıldızların altında salınarak uyumak…
         
Sabah… Ve “Santorini Limanı…” Kendimi bilgisayar başında fotoğraflarını izlerken bulduğum güzeller güzeli ada… Bizim kaybettiğimiz meşhur 12 Adadan biri ve bence en güzel olanı… Botlarla adaya çıkma vakti… Adanın merkezi yerden 270 m yukarıda olduğundan yukarı çıkmakta iki seçeneğimiz var… Biri eşekler diğeri teleferik… Biz teleferiği tercih ediyoruz, malum zamanı etkin kullanmak :) (Önerim, teleferik ile çıkıp, eşekle inmeniz ama teleferik sırası çok uzunsa yürüyerek de çıkmayı tercih edebilirsiniz. Çıktığınız andan itibaren her noktada fotoğraf çekmek istiyorsunuz, ama en güzel fotoğraflar için Oia (ia)’ya gitmeniz). Zaman değerliydi, boşa harcanamazdı. Bu nedenle sevgili eşim hem eğlence olsun hem adanın altını üstüne getirelim diye atv kiralamamızı önermişti, bu hemen onaylandı… Artık 270 m yükseklikte özgürlüğün sınırında idik… İlk çıktığınız nokta Santori’nin merkezi olan “Fira”; burada kısa bir şehir turu yaparak hepsi deniz manzarasına sahip kafelerden birinde soluklanılabilir. Eğer zamanınız darsa vakit kaybetmeden Santorini’nin en güzel sokağına gitmemiz lazım; “Agiou Mina”. Bu sokak size güneyde bulunan “Agiou Mina” kilisesine ulaştıracak, beyaz çan kulesi ve mavi kubbesiyle sizi bekleyen… Atv’miz ve biz iyice uyum sağlamıştık birbirimize, yönümüz, “Oia” diye yazılıp “İa” diye okunan o güzeller güzeli köye idi artık…
                              
Santorini, milattan önce ikinci yüzyılda gerçekleşen bir volkanik patlama sonucu oluşmuş, bu yüzden uzaydan bakıldığında ortada sanki bir yıldız ve etrafında hilal şeklinde bir ay var; yerleşim bu ay diyebileceğimiz kısımda bulunuyor. Adada en son 1956 yılında çok büyük bir deprem yaşanmış ve her yer yerle bir olmuş, şuan ki ada yapıları bu tarihten sonra oluşturulmuş. Santorini’nin Oia Köyü’nde, kraterin etrafına, yani uçurumun dibine, bembeyaz evler, oteller yapmışlar. Kayaların üstüne, içine, sağına, soluna… Hani bizler için herkesin kendi kapısını süpürmesi nasıl bir gelenekse, Yunanlılar için de boyamak… Sanırım zor günler için sakladıkları “Mavi” ve “Beyaz” birer kutu boyaları var :) Ahşap pencereleri mavi, içlerine bembeyaz danteller asmışlar… Saksılarını maviye boyamış, içlerine beyaz çiçekler dikmişler… Mavi kubbeli beyaz kiliseleri yok mu?
        
Santorini’de artık güneş benden bugünlük bu kadar diyeceği kıvama gelirken, en güzel ışığını salıyor mavi beyaz evlerinin üzerine… Dünyanın en güzel gün batımının yaşandığı noktadayım, romantizmi arayıp bulmak isteyenlerin, arama motorundan karşıma çıkan o görüntülerin içindeyim artık… Sevgili eşim, o anlarımızı öyle güzel sakladı ki…
Ömrümce unutmadığım…
Unutamayacağım…
Hayalimin fotoğrafını çekti ellerime verdi... İçine beni, bizi koyarak…
Hayali düşündüm bu yazıyı yazarken…
Hayallerin gerçek olmasını dileyerek…
Ve hayallerime yeni hayaller katarak…

Unutmadan, eklemek istedim, hani derler ya “çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” Diye… Ben bu yazıyı çok okusunlar, çok gezsinler diye, sizlere armağan ediyorum… :)
Yazı: Arzu BULUT YÜCEL
Fotoğraf: Gökhan YÜCEL